Makaleler

Published on Temmuz 2nd, 2024

0

Emperyalistler arası savaş: Olasılıktan gerçeğe | Volkan Yaraşır


Ukrayna savaşı ve Filistin jenosidi emperyalist savaşın ön cepheleri olarak dikkat çekiyor. Yeni küresel jeo-politiğe bağlı olarak emperyalizmin yeni av sahaları genişliyor. Afrika kıtasında askeri darbeler senkronu, kıtadaki yeni güç dengelerini ortaya koyuyor. Ortadoğu, Kafkasya coğrafyası, Orta Asya ve Asya Pasifik büyük kapışma alanı olarak, giderek öne çıkıyor. Ukrayna Savaşı aslında tektonik hareketin ilk sarsıntısıdır. Emperyalist özneler bu laboratuvarda bir anlamda karşı gücün ritmini çözmeye, taktik ve stratejik yeteneklerini yakalamaya ya da bu yeteneklerini bloke etmeye çalışıyor. Daha önce Suriye Savaşı benzer yönelimleri içinde taşımış, küçük bir Ortadoğu olarak Emperyal öznelerin, farklı bölgesel güçlerin ve bir dizi istikrarsızlık unsurunun/aparatının (İŞİD gibi) devreye sokulduğu savaş alanı olarak öne çıkmıştı. Ayrıca sürekli savaş alanı, mikro devletlerin inşası, sürekli iç savaş coğrafyası olarak yeni emperyal konseptin hayata geçirilişi olarak dikkat çekmişti. Ukrayna Savaşı, bu deneyimlerin bir üst aşamaya evrildiği ve emperyalist öznelerin direkt karşı karşıya gelme olasılığın arttığı pratik olarak önem taşıyor.

Filistin jenosidi modern zamanlarda, modern konsantrasyon kampları ve yeni bir ölüm endüstrisi olarak sıradanlaşıyor. Filistin, yeni zamanlarda artık nüfusa uygulanacak muamelenin tipik bir örneği olarak öne çıkıyor. Neo liberal kapitalizm ve spekülatif sermayenin ulaştığı merhale kapitalizmin tarihinin yarattığı en büyük artık nüfusu ortaya çıkarmış durumda. Filistin jenosidinin ardında son derece soğukkanlı bir ekonomi politik işliyor. Tekno-ideolojik bombardımanlar ve yüksek manipülasyon teknikleri artık ölümü, stratejik zulmü, yok oluşu ve her şeyi olağanlaştırıyor. Filistin jenosidi insanlığın yarattığı tüm değerlerin çöküşü ve uygarlık diye tanımlanan ve yüceltilen şeylerin bitişi olarak değerlendirilebilir. Ve Filistin pratiği, her şeyin herkesin gözünün önünde olabilirliğini gösteriyor.

Emperyalizm ve savaş

Kapitalist sistem yapısal bir krizle, yani aşırı birikim sorunuyla karşı karşıya. Ayrıca kapitalist egemenliğin genel krizi derinleşiyor. Bir uygarlık krizi olarak kendini dışa vuran süreç, kapitalist hegemonyanın aşınmasını gösteren organik krizi açığa çıkarıyor. Sistemin yaşadığı çoklu kriz bir varoluşsal krizine dönüşmüş durumda. Yapısal krizlerin en karakteristik özelliklerinden biri emperyal özneler arası hegemonya krizini/savaşlarını tetiklemesidir. Bu süreç aynı zamanda jeo politik krizleri de açığa çıkaran bir içeriğe sahiptir.

Ekonomik ve jeo-politik rekabet ya da bu rekabetlerin kesişmesi paylaşım savaşlarını kaçınılmaz kılar. Yüzyıl başından itibaren Marksist cenahta emperyalizm üzerine ciddi çalışmalar yapıldı. 1873- 1896 krizi kapitalist transformasyon sürecini ifade etti. Emperyalizm çağına geçişin somut yansıması oldu. Yeni konjonktürün analizi üzerine hem ASDP, hem de Bolşevik Parti önder kadroları yoğunlaştı. İçine girilen dönemin en bariz karakteri oluşturan finans kapital olgusunu R. Hilferding (1910), erken bir öngörüyle, kapsamlı bir şekilde ele aldı. Buharin, dünya ekonomisi kavramı üzerinden emperyalizmin tahlilini yaptı. Dünya ekonomisi olgusunun transformasyonun temel eğilimi olarak değerlendirmesi dikkat çekiciydi.  Buharin ayrıca yoğunlaşan ve merkezileşen sermayenin kapitalist devletle iç içe geçmesi sonucu  dünya pazarlarında birbirleriyle rekabet eden devletler sisteminden söz eder. Rosa Luxemburg Sermaye Birikimi(1913) üzerinden analizlerini derinleştirdi. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi ve dünyanın emperyalist güçler tarafından paylaşılmasının geldiği sınırları inceleyen Rosa, kapitalist üretimle kapitalist olmayan çevre arasındaki ilişki üzerinde özel olarak durdu. Sosyal liberal J. Hobson  çok erken tarihte (1902) modern emperyalizmin ilk önemli kuramcısı olarak dikkat çekecektir. Hobson (Hilferding’le birlikte) Lenin’in emperyalizm çalışmasının temel referans kaynaklarından biridir. Lenin’in Emperyalizm (1916-1917) çalışması bu yorum ve analizlere ilaveten emperyalistler arasında dünya pazarlarının yeniden paylaşılmasının ya da paylaşım savaşlarının kaçınılmaz olduğunu vurgulamasıyla dikkat çeker. Ayrıca daha önce Engels’in bir eğilim olarak değerlendirdiği ve ayrıcalıklı sınıf olarak tanımladığı işçi aristokrasisi üzerinde durması önemlidir.

Lenin’in emperyalizm analizinin en ayırt edici özelliği kapitalizmin eşitsiz birleşik gelişimi kavramını/ yasasını geliştirmesidir. Eşit olmayan birleşik gelişme kavramı basit bir soyutlama değildir, dünya ekonomisinin eşitsiz ve karşılıklı bağımlılık içindeki diyalektik birliğini ifade eder. Aynı zamanda çağın açtığı devrimci imkanlara vurgudur.

Lenin bu çözümlemeye bağlı olarak en zayıf halka formülasyonunu ileri sürecektir. Bu açılımlar devrimin imkanını arama çabasının somut yansımalarıdır. Yani emperyalist sistemin gücü en zayıf halkası kadardır ve zincir buradan kopacaktır analizi; aslında Rusya’da devrimin güncelliğine ilişkin bir açılımdır. Aynı zamanda bir dünya devrimi perspektifini içerir. Lenin’in yüksek  teorik performansı bu nesnelliği görmesi ve bu nesnellik üzerinden şekillenen sınıfsal antagonizmada taraf olması ve Bolşevik Parti’yi bu eksende konumlandırmasıdır.

Ekim Devrimi  emperyalizmin en önemli karakteristik özelliklerinden birini daha netleştirecektir. Emperyalizmin, kapitalizm ile ezilen halklar arasında çelişki ya da kutuplaşma yaratmadan bir dünya sistemi olarak gelişmez. Lenin’in bu açılımı Buharin’in çalışmasında eksik bıraktığı yer olarak dikkat çeker. Ayrıca Çin, Vietnam, Küba  Devrimleri ve 1960 sonları ve 1970’lerde başta Latin Amerika, Uzak Asya ve Afrika’yı saran ulusal kurtuluş hareketlerinin olağanüstü gelişimi bu kutuplaşmanın aktüel şekil alışlarıdır ve Lenin’in öngörüsünün gücünü gösterir. Lenin’in Emperyalizm çalışması ağırlıkta ekonomik içerikli konsantre bir çalışma olarak dikkat çeker. Emperyalizmin siyasal yönelimlerini analiz eden notları ise Emperyalizm Defterleri’nde toplanmıştır. Benzer yaklaşımları Rosa, Sermaye Birikimi adlı eserinde vurgular.

Burada bir alt çizmek gerekirse Kautsky ve Hilferding’in emperyalizm üzerine çalışmaları sistemin kapitalist entegrasyon düzeyini yükseltmesine paralel olarak emperyalistler arası bir savaşı devre dışı bıraktığı yönündedir. Hilferding emperyalizmi “düzenlenmiş kapitalizmin” öncesindeki bir aşama olarak değerlendirir. Ayrıca emperyalistler arası çelişkinin yumuşak formlara büründüğünü ileri sürer. Kautsky’ki de benzer bir yönelimle Ultra Emperyalizm analizinde kapitalist entegrasyonun ve gelişmenin üretimdeki anarşiyi engelleyeceği üzerinde durur. Bu noktada tekellere önemli roller biçer. Tekellerin barışçıl eksende uluslarüstü entegrasyona doğru bir gelişim seyri içinde olduğunu ileri sürer ve savaş olgusunun devre dışı kaldığını sadece “tercihe” dönüştüğünü varsayar. Kautsky, politik duruşunu bu “barışçıl” süreç üzerinden kuracaktır. Benzer bir yaklaşım Negri’nin (ve M. Hart’ın) İmparatorluk ve Çokluk çalışmalarında vardır. Negri küreselleşmeyi ilerici bir aşama olarak değerlendirip, imparatorluğun yüksek bir entegrasyon anlamına geldiğini ve kolektif bir sermayeyi içerdiğini belirtir. Emperyalist rekabetin geçmiş döneme ait bir tanımlama olduğunu vurgular. İmparatorluk olgusunun savaşı imkansız hale getirdiğinin altını çizer.  Bir iktidar konsantrasyonu olan imparatorluk biyo-politikle/iktidarla toplumu bir organizmaya çevirerek sardığını, denetim ve baskı altında tuttuğunu vurgular. Ama aynı zamanda iktidara karşı her yerde yeni (ya da yok) öznenin yani çokluğun direnişlerinin önünü açtığını ileri sürer. Yine çokluğun direnişi ve eylemine bağlı olarak tarihte ilk defa hiyerarşinin olmadığı, özyönetime dayanan küresel bir demokrasinin olanağının ortaya çıktığını belirtir.

Bütün bu vurgulara karşın 20. Yüzyıl tarihi ve son çeyrek asırlık gelişmeler sistemin ileri entegrasyon düzeyine ve “insancıl” emperyalizmin üzerinden yapılan teori ve ileri sürülen argümantasyonların çöktüğünü göstermektedir. Lenin’in altını çizdiği, Rosa’nın da vurgulamış olduğu gibi emperyalist rekabet adeta dünya savaşlarını kaçınılmazlaştırmaktadır.

Savaş üzerine

Bu noktada savaş üzerine spesifik olarak durmakta yarar var. Kriz ve savaş bir iç diyalektik oluşturur. Savaş kapitalist krizi aşmanın en önemli enstrümanıdır. Enstrüman kavramını bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü bir soğukkanlılığı içeriyor ve sistemin manik karakterine uygun bir içerik taşıyor. Savaş tarihsel olarak yıkım ve yeniden inşa, yeni pazarların ele geçirilmesi ve nüfuz alanlarının genişletilmesini, üretici güçlerin tahribini ve yeni arayışları içermektedir. Yeni dönemde bu işlevlerinin yanında kapitalizmin yeniden yapılanması anlamına geliyor. Ve kapitalist işleyişin parçası (dijitalleşme ve yapay zekadaki gelişmeleri bu eksen ihmal edilmeden ele almak gerekiyor) olarak işlev görüyor.

Savaş olgusu kapitalizm gelişim süreciyle ilintili bir dinamiktir.

Kapitalizm eşitsiz birleşik gelişimi emperyalist özneler arasında güç hiyerarşisini belirler. Yine bu özelliğe bağlı olarak emperyal özneler ya da devletlerin arasında güç dengesi ve hiyerarşisi statik değil, değişkendir. Farklı konjonktürler ve dinamikler güç dengesini etkiler, bazı emperyalist güçler atak yaparken, bazıları ise geri kalır ya da hegemonyaları aşınır. Yaşanan iki paylaşım savaşındaki oluşan güçler korelasyonu buna örnektir.

Küresel ekonominin militarizasyonunun hızla arttığı bir momentin içindeyiz. Militarizasyon sürecinin kapitalist krizi aşma yöntemi ve bir sermaye birikim süreci olduğu unutulmamalıdır. Kapitalist sisteme içsel olan, temel dürtülerden biri savaştır. Kapitalist devletin militarizasyonu yeni savaş ve çatışma alanlarını besler. Aynı zaman da militarizasyon yeni kontrol toplumu yaratmak, toplumu yeni kapitalist devletin içinde eritmenin yöntemlerinden biridir.

Prusyalı general C. v. Clausewitz Savaş Üzerine adlı çalışmasında savaş sanatı ve savaş kavramını şöyle açıklar: “ Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”. M. Foucault bu sözün özne ve nesnenin yerini değiştirerek “politika savaşın başka araçlarla devamıdır” der.

Aslında bu tanımlamalar birbirini dışlamayan içeriktedir ve bir iç diyalektiği gösterir. Savaş politikanın konsantrasyonu, şiddet eksenli devamıdır, politika ise savaşın farklı şekillerdeki tezahürüdür.

Lenin, savaş ve sosyalizm

Bu noktada Leninist bir soru olan Ne Yapmalı? Stratejik nitelikte bir soru olarak önem taşır. 1914 yılı tarihsel bir momentum olarak dikkat çeker. I. Paylaşım savaşının başladığı bu tarihte, ASDP savaş kredilerine onay vermesiyle hem parti olarak kendisinin, hem de II. Enternasyonal’in çöküşünü belgelemiş olur.

Lenin bu gelişmeyi pratik bir sorun değil esas olarak teorik bir sorun olarak ele alacaktır. Devrimin diyalektiği üzerinde yoğunlaşarak Hegel, incelemelerine başlar. Felsefi çalışmalarını yoğunlaştırır. Son derece önemli çözümlemelerde bulunur. Teoriyi bir anlamda yeniden kurar. Bu süreç aynı zamanda Kautsky, Plehanov  ve II. Enternasyonal’de somutlanan, Marx öncesi materyalizmle, tarihsel materyalizmin ekonomik determinist yorumuyla, pozitivist içerikli diyalektik anlayışla hesaplaşma ve devrimci bir kopuş anlamına gelir.  Lenin’in böylesi bir politik iklimde yetiştiği, zamanında Kautsky ve Plehanov’un düşüncelerinden ciddi şekilde etkilendiği unutulmamalıdır. Aslında Lenin’in, Materyalizm ve  Ampriyo Kritisizm çalışmasıyla başlayan kopuş süreci bu dönemde kaleme aldığı Felsefe Defterleri’yle süreklilik içinde kopuş olarak devam eder.

Lenin’in Hegel okumaları ve diyalektik yoğunlaşması ve çözümlemeleri devrimin cebirini çözme yönünde kuramsal, pratik ve örgütsel hamlelerinin önünü açacaktır.

Lenin teorik ve felsefi kopuşunun somut yansımaları 1915 sonrası eserleridir. Bu çalışmaların her biri devrimin ritmini çözmeye (Sosyalizm ve Savaş, U.K.K.T.H., Emperyalizm, Nisan Tezleri, Devlet ve İhtilal) yönelik ve ezber bozucu niteliktedir. Bir anlamda Lenin, momentlerin teorisyeni olarak, sınıf mücadelesiyle devrimci diyalektiği bütünleştirir. Çalışmaların bütünü kuramsal bir kopuşu ve diyalektiği içerdiği gibi çalışmalar birbirini tamamlar ve kendi aralarında bir diyalektik bağ bulunur. Ayrıca her çalışma kendi içinde bir iç diyalektiğe sahiptir.

Konumuz itibariyle iki çalışma üzerinde durursak. Savaş ve Sosyalizm çalışması Hegel’in mutlak yöntem ve mutlak olumsuzluk anlayışından hareket ederek, karşıtına dönüşme üzerinden kontr bir politikayı içerir. Bu emperyalist savaşı iç savaşa çevirme perspektifidir. Yani düşman içerdedir… Proletaryanın enternasyonal ruhu ve görevleri esas olandır ve asıl düşman kapitalist devlet ve kapitalist sınıftır. Lenin’in sarsıcı bir içeriğe sahip Devrimci Yenilgicilik anlayışı milliyetçi dalgaya, sol şoven ve sosyal emperyalist tutumlara karşı tam bir dalga kıran işlevi görecektir. Dünya devrimi anlayışı, enternasyonalizm ve proletaryanın tarihsel rolünün net bir şekilde kavranışı Lenin’e yol gösterecektir. Aynı çalışmada ulusal soruna ilişkin önemli açılımlar da bulunur. Aslında Lenin savaş ve devrim diyalektiğinden hareketle devrimin imkanını aramaktadır. Savaşın yeni bir devrimci durum yarattığının altını çizer. Rus ve Japon Savaşı ve 1905 devrimi Lenin için bir laboratuvar işlevi görür. Savaş ve sınıflar mücadelesi ritmini bu deneyim üzerinden değerlendirir.

İkinci çalışma Emperyalizm çalışmasıdır. Yukarıda kısaca belirtiğimiz bu çalışma kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası ve en zayıf halka formülasyonuyla dikkat çeker. Devrimin koordinatlarını değiştiren bir içeriğe sahiptir.

Lenin emperyalistler arası savaşın ancak devrimle(rle) durdurabileceğinden hareket eder. ‘Barış için devrim’ şarttır yaklaşımı içindedir. Bu bağlamda teorik müdahale ve analizlerle devrimin cebirini çözmeye çalışır. Partiyi yeniden yapılandırır. Yeni bir politik pozisyon alır. Kısaca içine girilen yeni /devrimci döneme göre örgütü konumlandırır ve kuramsal yoğunlaşmasını derinleştirir.

Marx, Engels ve Lenin’de ‘siyaset felsefesi’

Marx, Engels ve Lenin’de siyaset, sınıflar mücadelesinin ritmine, momentlerine ve fenomenlerine dayanır.  Başka bir izahla savaşların ve devrimlerin siyaseti yapılır. Marx ve Engels’in İrlanda Sorunu, İspanya Devrimi, Amerikan İç Savaşı ve uluslararası işçi hareketleri, 1848 Devrimleri üzerindeki çalışmaları savaş ve devrim diyalektiğini içerir. Evrensel özgürlüğün öznesine ilişkin yorum ve analizlerle doludur.

Marx ve Engels geleceğin fethi için proleter devrimlerin cebirini çözmeye çalışırlar. Sınıfın başkaldırı geleneğine yaslanarak onun yıkıcı gücünü açığa çıkarmayı hedeflerler. Ayrıca sınıf kavgasının yenilgilerinden ve trajedilerinden öğrenerek ve dersler çıkarak bugüne müdahale ederler. Geçmişteki bugünü ve bugündeki geçmişi bir diyalektik sentez olarak ele alırlar. Ve asıl olarak aşağıdan bir siyaset inşasını amaçlarlar.

Çünkü kapitalist sistematik sömürü ve emeğin yabancılaşması altındaki proletaryanın “hiçbir şeyken, nasıl her şey haline gelir?” sorusuna yanıt ararlar ve ayrıca devrimci komünistlerle proletarya arasında rezonansın nasıl kurulabileceği üzerine kuramsal ve örgütsel yanıtlar üretirler.

Marx ve Engels Komünistler Birliği, I. Enternasyonal (M. Bakunin ve L. Blanqui gibi muhteşem devrimcilerle birlikte), II. Enternasyonal’in kurucu ve kuramcıları olarak proletaryanın kurtuluşu için hem bir teorisyen, hem de bir partizan olarak faaliyet yürüttüler.

Özelde Lenin, siyasal stratejisini/felsefesini momentler ya da konjonktür üzerinden kurar. Sınıflar mücadelesi ritmini çözmeye çalışır. Uygun anları devrimci imkana dönüştürme üzerinden hareket eder. Zayıf halkaların yakalanması Lenin için stratejik önemdedir. Marx ve Engels’te parti anlayışı daha amorf ve esnek nitelikteyken, Lenin partiyi sınıfın kolektif hafızası, kolektif gücü ve yıkıcı enerjisinin kristalizasyon aracı olarak ele alır. Ve parti ve sınıfı özdeşleştirmez. Parti sınıfın öncü ve ileri unsurlarının yer aldığı bir yapıdır. Ve sınıflar mücadelesinin ritmine göre şekillenen ve bu ritmi şekillendiren yaşayan bir çelişkiyi ya da diyalektiği ifade eder.

Lenin proletaryayı kapitalist sisteme, kapitalist sınıfa ve devlete yöneltir ve anti- kapitalist kopuşu hedefler. Bu manada gerçeklik ve olasılık arasındaki bağ üzerine yoğunlaşır, aynı şekilde eylem ve süreç arasındaki diyalektik zenginliğe kafa yorar, hatalarından öğrenme ve gereğinde kendi teorisini yıkma cüreti gösterir. Sınıflar mücadelesi yaşayan diyalektik olarak Lenin’in siyaset anlayışının merkezinde yer alır.

Lenin için devrim sıçramalar ve durgunluğun, şiddetli patlamaların iç içe geçtiği karmaşık bir süreçtir. Gerçek bir cebirdir. Lenin’in siyaset felsefesinin özü muhtemel olmayana, öngörülmeyene ve olası her şeye hazır olmak üzerinden şekillenir. Proletaryanın hiçbir şeyden, her şey olma haline dönüşmesi esas olandır.

Bu noktada işçi sınıfı ve ezilenler içinde stratejik konumlanma ve ontolojik bağ ve ilişkilenme yaşamsaldır.  Her koşulda devrimin imkanı aranır ve devrimin aktüalitesi esas alınır. Savaş momenti başlı başına bir hadise yada felsefi manada fenomen olarak muhtemel olmayan ve öngörülemeyen bir çok gelişmenin önünü açma ihtimali üzerinden değerlendirilir. Lenin’in hem teorik, hem de örgütsel yaklaşımı proletaryayı muktedir kılmak üzerinedir.

Lenin’in siyaset anlayışı en beklenmedik sonuçlar karşısında örgütü ve sınıfı hazırlamak üzerine kuruludur. Bu perspektifle işçi sınıfı ve tüm ezilenlerle her zeminde ilişkilenilir. Sınıf mücadelesinin nabzını tutarak savaş dahil her düzeyde katastrofa hazırlanılır. Son derece politik esneklik üzerinden hadiselere yaklaşılır. Net bir iktidar perspektifiyle olası devrimci imkan ya da zayıf halkaların yakalanması üzerinde yoğunlaşılır. Savaş konjonktüründe Bolşevikler Ekim’e giden yolu böyle inşa ettiler. Bu yol hiçbir zaman Rusya sınırlarına hapsolmak üzerine inşa olmadı. Bir dünya devrimi perspektifiyle ele alındı ve Ekim Devrimi dünya devriminin açılışı olarak değerlendirildi.

Emperyalist savaşa karşı, devrimi aktüelleştirmek

Kapitalizm yapısal kriziyle jeo-politik krizin iç içe geçtiği konjonktürde, dünyanın birçok coğrafyası kriz alanına ve yeni savaş odağına dönüşüyor. Küresel jeo-politik enerji kaynakları, enerji yolları, kıymetli madenler, verimli topraklar, su kaynaklarının kontrolü üzerinden şekilleniyor. Artık bu kaynakların bulunduğu her coğrafya ve nakil hatları emperyalist öznelerin şiddetli rekabet ve savaş alanına dönüşüyor. Önümüzdeki dönem Kafkasya, Orta Asya, Asya Pasifik, Hint Denizi ve Afrika kıtasının yeni vekalet savaşlarına sahne olması yüksek bir olasılık. Emperyalist savaşın yeni ön cepheleri oluşuyor. Bugün vekalet savaşları biçiminde gerçekleşen emperyalistler arası savaşın, bir sıçrama ve alevle dünya savaşına dönüşme ihtimali var. İhtimalle gerçek arasında sınır iyice incelmiş durumda.

Böylesi bir konjonktürde Ortadoğu gibi sürekli savaş ve sürekli iç savaş coğrafyasının içinde yaşayanlar olarak, dünya savaşı gerçekliğini en sahici ve yıkıcı hissedeceğimizi bilerek, savaş olasılığını ciddiye almalı, bugünden hemen şimdi devrimin güncelliğine uygun politik pozisyonlar içine girilmelidir.

Başta işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin süreç ve olasılıklar hakkında bilgilendirilmesi ve duyarlı kılınması esastır. Ukrayna Savaşı ve Filistin jenosidi aktüel bir konudur. Filistin jenosidini karşı küresel bir direnişin örülmesi ve onun parçası olmak önemli bir adım olacaktır. Bağlamlar kurularak savaş ve kapitalist kriz ilişkisi gündemde tutulabilir. Sınıf ve ezilen yığınlarla ontolojik bağın ve stratejik ilişkinin kurulması yaşamsaldır. Bu dönem sınıf ve ezilenler içinde devrimin güncelliğini enternasyonal bir perspektifle ele alıp kuluçkaya yatmak, kalplerinin acıdığı yerden onlarla ilişkilenmek ve biriktirmek gerekiyor. Yani dönem öfkenin içinde olmak ve öfkeye dönüşmek dönemi.

Ve şunu unutmamak gerekiyor savaşları yalnızca devrimler engelleyebilir. Son söz olarak uzun dönemden beri unuttuğumuz iki şiarı hatırlatmakta yarar var: Birincisi Che’yle bütünleşen şiar; “ Devrimcinin görevi, devrim yapmaktır”. İkincisi Castro’yla bütünleşen şiar; “Devrim için savaşmayana komünist denmez”.


Seçtiklerimiz: Volkan Yaraşır – Yeni Yaşam Gazetesi – 01.07.2024


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑