Makaleler

Published on Haziran 29th, 2024

0

Ağaçlar tabiatın sanat eseridir | Serdar Taş


Kadim zamanlardan ahir zamanlara yadigâr kalmış geçkin, görmüş geçirmiş ağaçlar tarihin nice sergüzeştine sabır ve sukut ile tanıklık etmeleriyle kıymetlidir…

Ağaçlar merakımızı kaşıyan, muhayyilemizi baştan çıkaran, meramımıza ve malelimize mecaz ve tercüman olan varlıklar. Her soluğumuzda onların hakkı var ve “her iki çam ağacı arasında bir başka hayata açılan bir kapı var” (John Muir). Edebiyat ehli ve filozof taifesi bereket ki onlardan, o her bir dalı semaya uzanan vakur, mağrur bu varlıklardan ilham aldı. Arzdan arşa ağan, ayakta uyuyan, ayakta köklenen ve ayakta ölen destansı ve görkemli varlıklar onlar. Ağaçlar bize sırtını dönmezler asla, ağaçların her yanı yüzüdür zira. George Nakashima, ağaçların tabiatla en yakın, en doğrudan ve samimi rabıtamız olduğunu söyler. Hermane Hesse belki de paganist bir hassasiyetle ağaçların birer sığınak, barınak, adeta kutsal mabet olduklarından dem vurur ve eğer onlarla nasıl konuşacağımızı, onlara nasıl kulak vereceğimizi bilirsek hakikati öğrenebileceğimize değinir Ağaçlar kitabında. John Muir, evrenle buluşmanın en berrak yolunun, bir ormandaki ıssızlığa, yabanıl yaşantıya yönelmekle mümkün olduğun dillendirir. Henry David Thoreau, hayatın iliğini emebilmek, ‘yaşadım’ diyebilmek, ruhuna huzur ve dinginlik serpmek için ormana gider. Walden Gölü kıyısında üstadı Ralph Waldo Emerson’a ait araziye ufarak bir ahşap kulübe inşa eder. Thoreau yaşamın sadece zaruri ihtiyaçlarını gidermek ve yaşamı ağaç deryasının rahle-i tedrisatından öğrenebilmek için ormana gider bir talebe olarak. Ölürayak yaşayamadıklarının hüsranı ve hicranına duçar olmamak için gider o ormana. O, yabana inanır; doğaya, ormanların çağrısına ve ezgisine, derelerin çağıltısına, mısırların boy verdiği geceye, su geçirmez bataklıklara, mahsule durmuş tarlalara inanır…

“Yatak odasının penceresi bahçeye bakıyordu ve zaman zaman, genellikle “kötü bir dönem geçirdiğinde” Bay Helm, onun uzun saatler boyunca bahçeye baktığını görmüştü, sanki gördükleri onu büyülüyormuş gibi. “Küçük bir kız çocuğuyken ağaçların ve çiçeklerin kuşlar ya da insanlar gibi olduğundan çok emindim. Bir şeyler düşündüklerine ve kendi aralarında konuştuklarına. Ve eğer gerçekten denersek onları duyabilirdik. Bu sadece kafanızı diğer tüm seslerden boşaltma meselesiydi. Çok sessiz olmak ve çok sıkı dinlemek. Bazen hâlâ buna inanıyorum. Ama insan asla yeterince sessiz olamaz…”  (Truman Capote, Soğukkanlılıkla)

O ağaçlar ki hışırdayan yapraklarıyla konuşur ve seyreyler alemi, yapraklarıyla emerler güneşin balkıyışlarını. Rüzgârın elleriyle hışırdayan yaprak sesiyle dalgaların raks edişi akraba nağmeler sunar kulağımıza. Güneşin yalımları, yaprakların arasından süzülerek ışık yağmurları olarak dökülür toprağın derisine. Güneşle kavrulmuş ve demlenmiş yaprakların halısında yürümenin kendine münhasır bir nefaseti vardır ayaklar için. Sabırlı ve kucaklayıcıdır ağaçlar; ağaca çıkmanın coşkusunu ve nefasetini bilen çocuklara cömertçe sunar meyvelerini. Richard Mabey’in nezdinde ağaçsız olmak, eksiksiz fazlasız köksüz olmak demektir. “Ağaçlar, yeryüzünün gökyüzüne yazdığı şiirlerdir,” Halil Cibran’ın nazarında. Ve o, ağaçların kudreti ve güzelliği karşısında mestane olur. Küçümen bir çekirdeğin çatlayıp, toprağın sinesini yarıp filizlenmesi, yerçekimine kafa tutarcasına boy vermesi nasıl da mucizevi bir süreçtir. Bir Gal darbımeselini yazımıza konuk etmemek haksızlık olur: “Bir elmanın kalbinde saklı olan tohum, görünmez bir meyve bahçesidir.” Tam da hayatta artık yaşanılası bir şeyler olmayacağı düşüncesine gark olduğumuzda Albert Schweitzer imdadımıza yetişir: “Artık dünyada güzel bir şeyler olmadığını nasıl söyleyebiliriz ki! Bir yaprağın titreyişinde, bir ağacın şeklinde daima hayrete, meraka şayan bir şeyler vardır.” 

Peki sormalı nev-i beşere: “Hangi şatafatlı eşyada, hangi ihtişamlı gökdelende bir sekoyadaki azamet, bir zeytin ağacının büklümlü gövdesindeki estetik vardır!? Franklin D. Roosevelt ise tamamen Amerikan pragmatizminden istim alarak ağaçları Amerikan halkının âli menfaatlerine tercüme eder: “Topraklarını yok eden bir millet kendi kendini yok eder. Ormanlar, topraklarımızın akciğeridir; havayı temizler ve ulusumuza taze güç verirler.” Chris Maser, ormanlara reva gördüğümüz muamelelerin birbirimize karşı takındığımız tavrın bir yansıması ve temsili olduğunu söylerken ziyadesiyle haklıdır. Krishnamurti, kelimelerin varlıkları isimlendirmesinin o kadar da masumane bir şey olmadığını, bir ağaca sözcüklerle değil ancak tenimizle dokunabilceğimizi hatırlatır.

Kadim zamanlardan ahir zamanlara yadigâr kalmış geçkin, görmüş geçirmiş ağaçlar tarihin nice sergüzeştine sabır ve sukut ile tanıklık etmeleriyle kıymetlidir. Hani râviyân-ı ahbâr, nâkilân-ı ashâr ve muhaddisân-ı rûzigâr olup da dile gelselerdi havadisleri duyurur, eserleri nakleder, zamanın hadiselerini anlatırdı onlar bizlere. Bize bizi ağaçların anlattığını bir düşünsenize! Hayali bile dünyaya değer… Ancak yine de şayet kulaklarımız işitebilecek görgü ve içgörüdeyse bizlere kendi serüvenini, ömrünün serencamını fısıldar onlar. Sırrımızı ağaçlara dilemmaya düşmeden dökebiliriz, ne de olsa ağaçlar sırrımızı kimselere faş etmez, bizi ele vermez, kin tutmazlar. David Attenborough, yeryüzünde bir tek varlığın bağrında bunca canlıya fauna, mesken, mahfil olmasını hayret ve hayranlıkla hatırlatır bizlere. W.H. Auden usta kalemi ve kıvrak zekâsıyla onurlandırır ağaçları: “Bir kır yürüyüşü esnasında karşılaşılan ağaçlar, o ülkenin ruhuna dair ne de çok şeyi aşikâr eder; herhangi bir kültür asla bir ormandan daha iyi değildir.” Musa Eroğlu’na göre nevi beşeri dostluğa eriştirmek için ağaç kültürünü geliştirmek elzemdir.

Matt Haig ise Finlandiya halkının mutluluğunu topraklarının yüzde 75’inin ormanlardan müteşekkil olmasına bağlar. Galeano’nun o fevkalade ve alelacayip Hayal Kurma Hakkı isimli manifestosunun maddelerinden biri de şöyledir: “Yeryüzünün ve ruhun çölleri yeniden ormanlaşacak.” Değil mi ki ormansızlık, distopik, olmayasıca bir dünyanın en karakteristik özelliklerinden biridir. “Kendimleyim, ağaçlar beni okşamak için eğiliyor, gölgesi kalbimi kucaklıyor.” Bir ormandaki ağaçların nağmesini ancak sessizliğe hakkını teslim edersek işitebiliriz. Ve unutmamalı ki ağaçlar, kökleriyle kucaklaşır, mahfuz ve nevi şahsına münhasır bir lisanla, koku salgılayarak, ses yayarak konuşurlar. Şayet zekâ kabaca sorun çözebilme fakültesiyse ağaçlar buna fazlasıyla kâdirdir. Onlar görgülerini bölüşen, harici uyaranlara ve streslere karşı gayet hassas, farkındalığı yüksek varlıklardır. Ebeveyn ağaçlar yavrularıyla iletişim kurar, gelişimlerini destekler. Müstakbel tehlikelere karşı birbirlerini uyarır onlar. Merhametli, şefkâtli, sosyal yaratıklardır onlar; hasta ve acı çeken ağaçlarla gıdalarını paylaşan, dayanışan gani gönüllü yaratıklardır onlar.

Azılı bir Yahudi düşmanı olan, haliyle Nazizim’de bile hissesi olan Martin Luther’in, “Yarın dünyanın yerle yeksan olacağını bilsem bile yine de bir elma ağacı dikerim,” demesi yaşamdan yana olduğuna dair bizleri ikna etmeye kifayet edebilir mi hiç!? Ancak “devcileyin bir ormanın yaratılışı, bir meşe palamudunda mahfuzdur,” diye serdeden Waldo Emerson’un samimiyeti ve yaşamdan yanalığı su götürmez. Wendell Berry: “Yeryüzüne ihtimam göstermek, bizlerin en kadim, en kıymetli ve neticede en sevinçli sorumluluğumuzdur.” “Doğanın tek bir dokunuşu, bütün dünyayı akraba kılar,” der Shakespeare bir piyesinde. Ayrıca aynı vardan var olduğumuzu, aynı cevherin damarları olduğumuzu, aynı varlık deryasında yüzdüğümüzü, tekmil varlıkların akrabalığını hatırlatır bizlere Carl Sagan: “Bu çam ve ben, var olduk aynı maddeden.” 

Hadi kelamımıza Joan Maloof esintisi de katalım: “Bir ormanın gölgeden kubbesini hissedebilmek için kişi farklı duyular kullanabilmelidir, çoğu vakit en faydalı olanı muhayyiledir.“ Ah, parmaklarım yine beni Herman Hesse’nin sözcüklerine uğratıyor: “Ağaçlar öğrenmeyi, kuralları, talimatnameleri vaaz etmezler. Ayrıntıları göz ardı etmeksizin kadim yaşam yasasını vaaz ederler.” Çoksatar yazarı Paulo Coelho’ya atıfta bulunmak herhalde metnimizi hafifleştirmez: “Bütün bilgeliğimizin de aynı zamanda bir ağaçta saklı olduğunu söylemek de yerinde olacaktır. Yüz binlerce ağaçlı bir ormanda iki yaprak birbirinin aynısı olamaz ve aynı güzergâhta asla iki yolculuk birbirine benzemez.” Victor Hugo ise aşkı tanımlarken ağaç metaforuna müracaat eder, ne de iyi eder: “Aşk, ağaç misalidir; kendiliğinden büyür ve tekmil varlığımıza derin kökler salar.” Kim bilir; belki de aşk, karşı devrime yazgılı bir devrimdir. Wangari Maathai’nin indinde yaşadım diyebilmek için ağaç dikmiş olmak elzemdir: “Bir çukur kazana, ağaç dikene, sulayana ve yaşamasını sağlayana kadar hiçbir şey yapmış sayılmayacaksın. Sadece konuşuyorsun.” Andrea Koehle, “En derin köklerinden bir direnç toplayabilmeyi öğrenebilmek için bir ağaç diker.” Belki de bir ağacın yalın görkeminde ve bir ormanın efsunlu ahenginde yaşayamamanın ızdırabını yaşıyoruz hepimiz. Ve devrilmiş bir ağaç gövdesi bile o bizim “mutena” ve ayaktaki yapılarımızdan bile daha sağlam, soylu  ve hayatiyetli. 

Raven Boys romanında, “Ağaç olsaydım, insanları sevmek için hiçbir sebebim olmazdı,” diyen Maggie Stiefvater’a katılmamak imkânsız. Ben ki bir beşer olarak bile somut ve tekil insanları, soyut ve tümel insanlığı sevmek için bunca az sebep bulabiliyorken bir ağacı düşünemiyorum bile. Kaldı ki ağaçların insanlar karşısındaki savunmasızlığı, kırılganlığı, tehlikelere açıklığı beni her daim hüzünlendirir. Ağaçlar yandığında sadece karbondioksit yayılmaz; ayrıca havada kalp kırıklığı kokusu da bırakırlar. Ve ağaçlar, kendilerini kesenlerden ve yakanlardan intikâmını getirdikleri yıkımlarla muhakkak alırlar. Öte yandan ağaçlardaki sıhhate, yalın görkeme ve cömertliğe her daim gıpta ettim. 

Şimdi bir daha dönüyorum yüzümü Cibran’a: “Ağaçlar, toprağın göğe yazdığı şiirlerdir. Bizler onları yere devirir, kendi boşluğumuzu kaydetmek için kâğıda dönüştürürüz.” Hani evleri yüksek kurmuştu ya alçak ve ruhu bodur insanlar; belki de bir gün o ağaçlar kıyam eder, yongalarından zuhur eder, yekvücut olur, arz-ı endam eder; o arsız ve hadsiz “göğüdelen”lerden ve yükseldikçe alçalanlardan hesap sorarlar. Bir roman karakterinin çocusu muhayyilesiyle söylüyorum: Keşke bütün ormanları saklayabilecek kadar büyük bir sığınağım olsaydı. Keşke kucağım tekmil ağaçları ve çocukları kucaklayacak kadar büyük olsaydı.

Yazımın hitamına gelmişken cenneti bu dünyada kurmaya tâlip Sebastiao Salgado ile Leila Deluiz Wanick çiftini ve Hindistan’ın Orman Adamı Jadav Payeng’i konuklamak ve hatırlatmak istiyorum:

2000’lerin başında fotoğrafçı, muhabir Sebastiao Salgado ve eşi, yaşam yoldaşı mimar Leila Deluiz Wanick Salgado, Brezilya’nın Minas Gerais şehrindeki Aimores bölgesinde binlerce dönümlük metruk, harap ve ormansızlaştırılmış araziyi yeniden ağaçlandırmaya koyulur. Dünyaya, tabiata ve insanın yaratıcı kudretine inanan çalışanlar ve gönüllülerle birlikte 18 senede üç milyona yakın ağaç dikilir ve bölgenin ekosistemi insan marifetiyle yeniden ihya olur. Toprağın doğru koşullar ve kreatif dokunuşlarla nasıl da yenilenebileceğine dair bir derstir bu aynı zamanda. Netice muazzamdır: Tabiatın kendiliğinden süreçlerle çok daha uzun vadede oluşturacağı ormanlık saha şu an 293 bitki türü, 172 kuş türü ve onlarca memeli hayvanı mihman ediyor.

Sebastiao Salgado: “Toprak benim kadar hastaydı, her şey yok olmuştu. Arazinin sadece yüzde 0,5’i ağaçlarla kaplıydı. Sonra eşimin aklına bu yok edilmiş ormanı yeniden diriltmek gibi bir fikir geldi. Ağaçlandırmaya başladığımızda bütün böcekler yok oldu, kuşlar ve balıklar geri döndü. Ağaçların çoğalması sayesinde ben de yeniden doğdum. Bu benim için en önemli andı.”

Sebastião Salgado

Ve şimdi sıra Hindistan’ın Orman Adamı Jadav Payeng’de… Jadav on altısındayken bir nehir ada olan Majuli’nin hali pürmelali karşısında eleme gark olur. Binlerce yılan kavurucu sıcaklarla saca dönüşmüş kurak topraklara yenik düşmüştür. Ve 1979’dan itibaren bu kıraç, çorak topraklara her gün bir fidan dikme misyonunu üstlenir. 40 yılı aşkın bir zaman sonra 1.390 dönümlük bir orman yaratır elceğizleriyle. Bir zamanlar nehir kaynaklı sel ve erozyonla sürekli tehdit altında olan Majuli artık yüzlerce tür için bir sığınak haline gelir, son döngüleri düzenlenir, biyolojik çeşitlilik artar. Tutkusunu nasıl olup da sürdürdüğü kendisine sorulduğunda verdiği cevap panteist bir tınıda: “Kimse Tanrı’yı görmüyor. Ben Tanrı’yı tabiatta görüyorum. Doğa Tanrı’dır. O bana ilham ve güç veriyor. O hayatta kaldıkça ben de hayatta kalırım.” Kendini yalnız kurt olarak tanımlayan Payeng, “Ormanda asla tehlike hissetmiyorum. Burası benim en büyük evim. Kaplanların yanı sıra geyikler, filler, maymunlar ve türlü türlü kuşlarla dolu bir ev.” Fillerin sığ nehir sularını geçerek elleriyle var kıldığı ormanda dolaşmasından büyük keyif alıyor o. Her ne kadar ada köylüleri hayvanların tarlalarını çiğnediğinden ve evlerini tahrip ettiğinden müşteki olsa da Payeng uyum sağlaması gerekenin insanlar olduğunu söyleyerek hayvanları savunuyor ve sert bir şekilde ihtar çekiyor: “Ağaçları öldürmeden önce beni öldürmeniz gerekecek.”

İşte yeryüzü belki iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönmüyor ama benim dünyam, o güzel insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor. 


Serdar Taş – 29.06.2024

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑